Üye Kayıt
Üye Giriş
Şifremi Unuttum
Şifre kısmını unuttum yazarak giriş butonuna tıkladığınızda adresinize şifreniz gelecektir.
ÜYE OL
GİRİŞ
MENÜ
Güncel Tartışma Sanat Sanatkarlar Eğitim Yayınlar ve Koleksiyonlar Sanat Malzemeleri
 

SUYA KONULAN SON NOKTA; FUAT BAŞAR

Siteye ekleyen : Klasik Türk Sanatlar Vakfı / Personel

‘'Su nakış tutmaz diyen bura gelsin''
Hz. Mevlâna

SUYA KONULAN SON NOKTA;
FUAT BAŞAR

Necmettin Hoca Akademi’de Çalışıyor. Malzemeler, boyalar Çok güzel. Dedi ki, eve götüreyim. Eve geldi ki boyalar akmaya başladı. Herhalde rakım farkından (70-80) rakım farkı var, Hoca burada Toygar Tepesi’nde oturuyor.

Rahmetli Mustafa Düzgünman derdi ki;' 'tekne, yerinin değiştirilmesini pek sevmez.''

• Hocam sanatla yârenliğinizi bizimle paylaşır mısınız. Sanat yaşamınıza nasıl girip yerleşti, baş sırayı aldı?

Valla, sanki biraz tesadüf gibi diyeceğim amma... Ben önce Ebrû'ya başlamadım. Önce yazıya başladım. Sene 1976, yazıya başlayışım. O zaman Tıbbiye öğrencisiyim, bilim adamı olacağım, başarılıyım da, hematolojiye Çok meraklıyım, Çok da idealistim. Üst seviyelere Çıkaracağım. Olmadı, Çocuk hastalıkları. 76 yılında iyi bir huyum da vardı. Kitapçıları dolaşırdım. Günde 200-300 sayfalık bir kitabı okuyup bitirip öyle uyurdum. Yoksa uykum gelmezdi. Yine bir gün kitapçılara gittim, gayrıihtiyârî kütüphanede raftan bir kitap aldım. Biraz uzuncana bir kitap. Elimi bir atarım, “Kalem Güzeli!”. Yazıyla ilgili bir kitap ve ben o zaman elif'i be'yi bilmem. Kalem Güzeli’ni aldım karıştırdım. İçinde öyle güzel yazılar vardı ki; beni aldı götürdü ayrı bir âleme.

Ayakta yarım saate yakın onları seyrettim. Kitapçı rahmetli olmuştur herhalde. Allah rahmet eylesin. Hacı Abi vardı. Şöyle sağ omzuma dokundu ‘'Fena daldınız dedi, ne oldu?”. Hacı Abi dedim, bu yazılar beni Çok cezbetti. O zaman üniversite harçlığımla Çok rahat kitap alıyordum. 85 lira iki kitap. Hemen aldım, alır almaz Emirgân diye bir Çay bahçesi vardı oraya gittim, oturdum ve işin içine o zaman düştüğümü hatırlıyorum. Şimdi bu yazıya başlayacak teorik bilgiyle yazı’nın olacağı yok. Yazı yazmaya marangoz kalemiyle başladım. O aralar işte insanın istikbâli hazırlanıyor. Kitabın sonunda renkli ebrû ilâveleri var. Kitabın içinde de şöyle yarım sayfa bir sayfa kadar ebrûnun yapılışı anlatılıyor. Fakat yapılışını anlatan o bölümü okuduğumda, o bilgiyle o kadar güzellik olmaz, bunu nasıl yapıyorlar diye düşünüyorum. O zaman kaynak araştırmaya başladım. Maalesef elimizde bir şey yok. Ansiklopedilere bakıyorum, kitaptaki tarifin aksine zeytinyağının üstünde yapılırmış, yağlı boyalarla yapılırmış filan... Kaynak arıyorum, bulamıyorum. Ama başıma bir sevda olarak düştü. 1977 yılı bir banka yayınları arasında Uğur Bey’in Ebrû kitabı Çıktı. Resmen hazine bulmuş gibi seviniyorum. Üniversite postanesinden kitabı alıp yaya olarak eve gidene kadar yolda kitabı okuyup bitirdiğimi hatırlıyorum. Rahmetli Mustafa Düzgünman'ın resimleri, sayfa sayfa ebrû yapımları, ebrû örnekleri, Çeşitleri vs. Bunu mutlaka yapmalıyım. Belki hilâfsız 100 defa kitabı baştan sona kadar okumuşumdur. Okuduk. Okuduk ama şimdi sıra malzeme bulmaya geldi. Malzemeyi bilen yok, Uğur (Derman) Bey’le yazışmaya başlamışım, Mustafa Düzgünman'ın adresini verdi. Ama mektubda diyor ki; “Mustafa Düzgünman ebrû yapar, satar, postalamayla uğraşmaz. Mektuba cevap vereceği de bayağı şüpheli.” Allah rahmet eylesin. Bazı sorularım vardı, onlara cevap vermiş, uzun süre mektuplaştık. Ama o verdiği bilgilerle ebrû yine olmuyor. Anlaşıldı ki illâ bir usta-Çırak ilişkisi görmek lâzım. Şimdi o arada dağa gidip kitre topluyorum gevenlerden, “kitre” olarak söylediğimde Erzurum'daki esnaf bilmiyor. Ebrû için aldığım boyalar, bu pahalıdır, iyidir diye verdikleri boyalar ebrû için Çalışmıyor. Meğer ebrûya zıt boyalarmış onlar. Ne sıkıntılar Çektim. Bir de yer imkânım Çok dar. Büyük oturma odasında halının üstüne koymuşum küçük bir tekne, fırçaları uzun bağlamışım. Ne bileyim ben nasıl bağlanacağını?.. Fırçalar uzun olduğu için tekneye değil 2-3 metre öteye sıçratıyormuşum, haberim yokmuş.

• Hocam halının âkıbeti ne oldu?

Annem rahmetli halıya baktı, “bu ne!?” Ben o zaman fark ettim. Annem önce ebrû teknesini, peşinden boyaları, sonra da beni kapıdışarı etti. Ama nasıl heyecanlanıyorum, bir küçücük kâğıtta tırnak kadar bir boya yapışıp kalsa Çok mutlu oluyorum. Çünkü diğerleri hep akıyor. Ebrû'yu öğrendim, öğreneceğim diye nasıl bir heyecan anlatamam. Ama şimdi 30 küsur yıl geçti, o heyecanın yüzde biri kalmadı. Ha babam de babam Mustafa Düzgünman'dan gelen o mektuplarda da açıklama var, ama onu tatbikata sokamıyorum, ne olursa olsun bağlantılar kurulamadıktan sonra düzgün ebrû olmuyor. Fakat hiç unutmuyorum, bir gün Çok Çalışırken oksit kırmızı boya kalıncana, yoğuncana tutmuş. Bu kadar kalın tutar mı, tutmuş işte, nasıl sevindim. Yaz vakti bunlar kurudu, rulo yapıp da tanıdığım bir Hacı Abi’miz vardı, ona götüreyim dedim. Rulo yaptığım için kâğıdın üstünden boyalar yine döküldü, yine kâğıtda boya kalmadı. Şimdi hâlimden anlayan yok tabii ki. Erzurum o yönden Çok Çorak bir yer Uğur (Derman) Bey bu Çalışmalardan vs'den haberdar oluyor. Ama Erzurum gibi Çorak yerdesin, yerin İstanbul ve bu ara sağ olsun Necmettin Hoca’nın ve Mustafa Düzgünman'ın ebrûlarından küçük parçalar keserek bana gönderiyor. Anladım ki ebrû öyle bir şey… Orijinallerine bakıyorum, kafaya koymuşum, bu işi öğreneceğim. Sonra kendimi sorumlu hissettim. Ebrû' yu bilen adamcağız göçtü gitti. Kimseye de öğretmedi, bu sanat tarihe gömülüyor. Ne yapıp-edip bunu öğrenmeli ve gelecek kuşaklara aktarmalı. Hesabını yaptım kafadan, 42.500 hekim var o tarih itibariyle. Türkiye’de 1000 kişiye aşağı-yukarı bir hekim düşüyor. Yahu, bu hekimlerden birisi olmayıversin” dedim, kendimi feda ettim. 1980 yılı, ver elini İstanbul...

O zamanlar yazı dersi de alıyordum rahmetli Hamid Bey’den. İkisinin de nisbeten son zamanlarına yetiştim. Mustafa Düzgünman bir öğrenirim ki öğrenci kabul etmiyor. Çok sert, Çetin ceviz birisi. Tabii dışarıdan bu sözler duyulduğunda insan üzülüyor, ama Hoca Çetin ceviz falan değil. İşi seven, ehli olacak kişileri bulamadığı için, gelenler ebrû ile ve kendisiyle dalga geçip gittiği için Mustafa Düzgünman kılı kırk yarıyor. Daha önceden mektuplaşmalarımız, yazıdan dolayı oluşan Çevremiz, Uğur (Derman) Bey’i tanıyoruz, Süheyl (Ünver) Hoca’yla tanışıyor, mektuplaşıyoruz vs. Mustafa Düzgünman kabul etti. 89 yılına kadar yanında Çalıştım. 1980'de yazıdan icazet aldım, Eylül'ün 10'u… 1989'da Ebrû'dan icazet aldım, yine Eylül'ün 10'u!.. Yani bir garip tesadüfler, bağlantılar...

Hoca 90'da rahmetli oldu. Şimdi faal olarak işi yürüten, müstakil atölyesi olan bir benim. Kendimi geliştirmeğe Çalışıyorum. Hoca rahmetli olunca baktık iş başa düştü. O ara Ahmet Çoktan'ı yetiştirdik. Sonra Tülay Taslacıoğlu'nu (ki o da ayrı bir ebrûcular silsilesinin başlangıcıdır). Derken başka öğrencilerimiz oldu. Hepsi de işini Çok sevenlerdi. Şimdi 5-6. kuşak öğrencilerimi gördüm. Bunların içinde işlerini ciddiye alarak Çalışanlar da var, tekniğini öğrenip de Çok değişik, güzel sanatımızın kimliğine ruhuna uymayan örnekler yapanlar da var. Onlar da, toplumda o kadar olacak yani...

• Onlar için yorumlarınız nelerdir hocam? Yani bu klasik yorumun dışına Çıkan arkadaşlarımız için.

Tâbir câizse kendilerini ispatlamak için, ‘'işte biz birşeyler yapabiliyoruz'' diye. Ama önce, bu yapılan işi sindirmekle başlar. İşi zirveye bir Çıkar, Çıktıktan sonra sanatın genel zihniyeti ve anlayışı, kavrayışı anlaşılsın, ondan sonra. Sanat bir ülkenin kimliğidir. Bir yerde o kimliğe uymayan unsurları o sanata sokmamak lâzımdır. Yozlaşır yoksa sanat. Meğer bu endişeyi Mustafa Düzgünman da taşıyormuş. Her zaman bizi yetiştirirken samîmî olarak görüyor, ama içinde gizli bir endişe duyuyor: ‘'Benden sonra bunlar bu sanatı bozarlar mı?..'' Hep aynı endişeyi taşımış. Fakat yaptıklarımızı gördükten sonra Hocamız’a söz verdik: ‘'Hocam size söz, şeref sözü!.. Bu işi sizden nasıl aldıysak öyle götüreceğiz.'' Bunlar hocalık-Çıraklık arasında olması gereken şeyler.

Hoca hep söylerdi: Sanatda önce Allâh'ı, insanlığı, adamlığı bileceksin, gerisi sonra gelir.” Allah rahmet eylesin. Hoca “gözü açık gitmeyeceğim” demişti...

İşte ondan sonra Çeşitli yerlerde kurslar göstermeğe başladık. Yerli-yabancı birçok şehirlerde ülkelerde gezdim, dolaştım. Belgeseller, eserler, röportajlar, eğitimler. Odur budur bu işe devam ediyorum.

• Hocam tıp tahsiliniz var bildiğim kadarıyla. Hiç bu mesleği icrâ eylediniz mi?

Yok… Hastanedeyken, yâni stajyerlik döneminde bıraktık buraya geldik. Sanki insanın içinden şöyle bir sonuca varmak isteği geliyor: Allah bazı kullarını bazı işler için sanki görevli kılıyor. Orada içimize öyle bir ilham geldi ki, hani ebrû'yu kurtarmak için Çalış; hani kurtaranlardan biri de sen ol... O zamanlar yazı yazan, sahasının devi birkaç arkadaş var. Ama sayıca azlar. Hamit Bey'in yeri zaten doldurulamaz.

Biraz yazı biraz ebrû derken, Çok şükür her ikisinde de ulusal ve uluslararası düzeyde ve birçok ülkede öğrenci yetiştirdik. Şimdi şöyle durup baktığımda, yaptıklarımızla yetinelim mi? Bence yetinmeyelim. Daha nice cevherler var geride, ufuk açık ve ben hep şuna inanmışımdır ki, her insan bir beyin, her beyin ayrı bir âlem, ayrı bir evren, ayrı bir kabiliyettir. Sonra bu sanat işi bir tecelliyât işidir. Allah'ın kullarına nasıl bir tecelliyâtta bulunacağını bilmeyiz. Edepli olmaları şartıyla herkese öğretmeye hazırım. Aldıklarını yeter ki taşısınlar. Dahası, sadece sanatçı yetiştirmek değil, sanatçı olamayacak zihinsel özürlü vatandaşlarımız var. Onların tedavisinde şu sanatın Çok büyük rolü var. En son iki saat önce bir proje vardı, onu konuştuk. Yeni bir uygulama sahası, ben şahsen umutluyum. Önceki birkaç denemeden sonuç aldık. Hattâ Ahmet Zeki (Yavaş) Bey’le görüşüp, ileride vakfın görevlerinden birisi de bu olmalı diyeceğiz. Özürlü vatandaşlara hizmet edip, tedavi değilse bile rahatsızlıklarını olduğu seviyede durdurabilmeyi hedefliyoruz. Bu yönde hoca yetiştirmek lâzım. Ama bu vakıftan Çıkacak bu hocalar.

• Hocam bu konulara hiç vâkıf olmayan insanlar karşınıza gelse, size deseler ki; hattat'lık ve ebrû ne demektir? Ne anlatırsınız onlara?..

Valla, önce güzellik kavramından başlarım. Estetik tabii. Güzellik nedir sizce. Bir cânî düşünelim. Benim şahsî kanaatim, hiçbir cânî, Çiçek dolu bir bahçedeyken sırf hıncına o Çiçekleri söküp atmaz. O Çiçeklerin güzel olduğunu bilir, olduğu yerde kokusuyla güzel olduğunu fark eder. Yani o cânîlerin bile bir tarafında bir güzellik vardır. O güzellik neyle işlenecek?.. İşlemek, geliştirmek, kişiyi cânî ruhtan arındırmak. Sanat bu işin basamaklarından biri. Bu güzellik duygularını harekete geçirmek, hat, tezhib, minyatür, ebrû veya müzik, hepsi güzel sanatların birisi. Sanatlar arasında ben şahsen ayrılık-gayrilik görmüyorum. Hepsinin başlıbaşına bir güzelliği, kaideleri, kuralları ve hepsinin ayrı ortak yönleri var.

• Ne gibi Hocam?..

Şimdi bir defa armoni, belli bir ritm, bir bütünlük, bir yoğunluk dengesi, yâni bu işte resimde renk yoğunluğu, boşluklar-doluluklar, yazıda da aynı Çizgilerin birbiriyle uyumlu olması; bir ebrûda ise renklerin birbirine uyumlu olması... Desenler, motifler yapılıyor, yapılıyorsa asıllarına uyumlu olması. Müzik ise yine öyle akıcı bir müzikte ritm olmalı. Zıplayan, uymayan nağmeler, notalar olmamalı. Onlar bütün sanatlarda ortak şartlar. Onları insanlara vermeğe başladığımızda özellikle şunu gözetmek lâzım: Oradaki armoniyi sanatımıza taşımak, bence en güzeli olur. Sanat eseri üretmek kolay ama, o sanatçı toplum içerisindeki yaşantısında uyumlu yaşamıyorsa ortada bir problem var. Onu hayata uygulayabilmek, hayatının her kesimine uygulayabilmek. Şimdi konuyu buradan açtığımızda artık sohbet bitmek bilmez.

• O zaman sözünüzü balla keseyim, Şimdi hat eserleriniz var, ebrûlarınız var, ürettiniz ve üretmeye devam ediyorsunuz. İlgilendiğiniz bu sanatlar üzerine kitap yazmayı düşünüyor musunuz? Ya da yazdığınız bir kitabınız var mı?

Ebrû konusunda bir tanıtım kitabımız oldu. Sırf tanıtımdı. İşin tekniği vs. Çok anlatılmadı onda. Yâni yazdım diyemem. Öyle âhım-şâhım bir şey değil. Eğri oturup doğru konuşayım. Fakat işin tekniğine dair teferruatlı olmak üzere yıllardır kitap düşünüyorum. Yazıda olsun, ebrû da olsun. Ama fırsat yok. Fırsat bulsam yemek yiyeceğim! Yâni birazcık zaman fukarâsıyım.

• Hocam, affınıza sığınarak sizin biraz daha zamanınızı alacağız.

Olsun olsun. Hedef büyükse, bu yolda ilerleyeceğim deniliyorsa bir atasözü vardır: ''Hamama giren terleyecek.'' Açlık, uykusuzluk, maddiyatsızlık, yeri gelecek hakaret (estağfirullah Hocam) iftiralar, hepsine mâruz kalacağımızı bile bile bu yola girdik biz. Ama bunun ucunda maddî-mânevî üç boyutlu objeler, madalyonlar beklediğimiz de yok. Bizim en büyük gururumuz kim olur?.. Bu sanatı ve memleketi iyi temsil eden öğrencilerimiz varsa ondan gurur duyarız. Onlardan daha büyük ödül olmaz bize.

• Malûm, şu anda da ebrû teknesinin başındasınız, bir eser ortaya Çıkardınız. Muhakkak ki o eserin yapım aşamasında içinde olduğunuz hâlet-i rûhiyenizden dolayı bir hikâyesi vardır. Mümkünse bir veya ikisini anlatır mısınız Hocam?

Aslında her eserin bir hikâyesi vardır. O hikâyede rol alan her maddenin her malzemenin de bir hikâyesi vardır. Evet, hepsinin bir hikâyesi var. Yalnız şu var; genelde yalnız Çalıştığım zaman tekne başında daha Çok olmak üzere ben bu âlemde yokum.

• Hocam o gittiğiniz âlemler...

O öyle bir âlem ki, insan bâzen geri dönmek istemiyor.

• Kesinlikle eminim Hocam, o âlemden bir kuple istiyoruz.

Onu Çok yaşamışım, en yoğun yaşadığım zamanı anlatayım. Mustafa Düzgünman rahmetli olmuş. Daha bir ay geçmiş üzerinden (Allah rahmet eylesin).

• Hoca Eylül'ün 12'sinde rahmetli oldu. Hayattayken sormuştum: ‘'Hocam, gül yaptınız mı?” demiştim. “Ebrû'da gül yaptınız mı?''

‘' Evlâdım” dedi. “Necmeddin Dayım denedi, olmadı. Gonca falan yaptık” dedi. “Necmeddin Okyay'ın oğlu da denedi, olmadı. Eh işte gül gibi olduğu biraz anlaşılıyor. Ben de denedim, katmerini veremiyorum".

Vefatından bir ay sonra idi. Oturdum gül Çalıştım. Bir iki gül resmi bulmuşum, gecenin bir vakti kimse yok, ıssız-sessiz. O kadar düşünmüşüm ki, üç boyutta katmerlerini verebilmek için beynimi o kadar zorlamışım ki, bir ara şöyle kendime geldiğimde “ben kimim?..”. Kimlik silinmiş, yok! Hangi zamandayım onu da bilmiyorum, zaman da silinmiş. Bulunduğum mekân ne, neredeyim, ondan da haberim yok. Öyle bir yoğunluğa kendimi kaptırdım... Fakat baktım ki “gül” karşımda duruyor!.. Peki, güzel; gül Çıkardık da bize göre oldu. Ebrû’da hangi merhaledeyim. 19-20 yıl önce acep oldu mu? Ressam Turan Sevgili var. Aynı zamanda hattat, görüşlerinde son derece isabetlidir. Değer verdiğim bir arkadaşımızdır. Ona gösterdim: “Turan Abi, böyle bir şey yaptım, güle benziyor mu?”. Baktı, “tamam” dedi. Kumlu zemindeydi. Boynu biraz büküktü. Altına kırmızı mürekkeple bir lâfza-i Nebî yazmışım. Bizim Ali Toy'un sanat galerisinde sergide yer aldı. Sergiye Uğur (Derman) Bey geldi. Sergiyi dolaşırken Ali Toy yanına sokuldu dedi ki: “Nasıl olmuş?..” Hah dedim, fotoğraftan anlayan biri, ebrû'ya bizi bulaştıran da o zaten. Necmettin Hoca’nın Çırağı o! Eyvallah... Kulak misafiri oldum. Dedi ki: “Fotoğrafik değerde olmuş”. O zaman kafaya koydum işte. Çiçek sayısını artıralım diye... Şimdi her ebrû Çalışırken aşağı-yukarı aynı ruh hâlini taşırız. Ama yalnızken bu âlemde yokum. Hele bir de bir tasavvuf müziği, bir Âzerî müzik, bir klasik Batı müziği, ki o da bizim Türk müziğine Çok yakınlık gösterir. Onlar varsa zaten ben kayıp vak’ayım...

• Hocam günümüzde klasik sanatlar hak ettiği değeri buluyor mu?

Henüz değil. Diyelim ki klasik sanatların hak ettiği değer 100 birim ise, (Osmanlı'da buluyor diye düşünüyoruz ya lâyıkıyla değildi ) 100 birim üzerinden o zaman bile ancak 70 birimdi. Tarihinde hak ettiği hiçbir değeri bulamamıştır. Fakat 1990'dan bu yana iyi-kötü bir hareketlilik var. Şimdi şu devirde yaşayan sanatçıların zorlukları var. Sanatı bilip tanıyacaklar, tanışacaklar, fedakârlık edip öğrenecekler, öğrendikten sonra icrâ etmek için imkân ve maddiyat bulacaklar, fırsat bulacaklar… Zorluklara bakın; televizyonu açtığınızdaki mutsuzluk haberlerinin bombardımanı altında sanatı öğrendi, öğrendikten sonra eğer geçimi buysa hayata karşı direndi. Direndikten sonra insanlara karşı sanatı anlatmaya başlayacak, bakın, yeni yeni sanatı anlatma safhasına geldi. Anlattık onlara, sanatı sevdirdik, onlarda da sanat eseri alınır-satılabilir, alışverişle de birkaç kuruş kazanacağız kanaati hâsıl olduğunda, günümüz sanatçılarının işi Çok zor. Osmanlı o yönden iyi idi. Sanat ve edebiyat oturmuştu. Sanatçının geçim derdi Çok fazla değildi. Günümüzde ise Çok zor. Yalnız şunu sevinerek söyleyebilirim ki, son 10 yıldır, öncesine göre Çok iyi durumdayız.

• Hocam öğrenci adaylarında nasıl vasıflar ararsınız?

Önce ben şahsen “adamlık” ararım. Adamlık ve samîmiyet… Kabiliyet aramam. Bakın herkes der ki bu işte kabiliyet şarttır. Ben kabiliyet falan aramam, istisnasız herkeste vardır, işlemekle o gelişir. Kimisinde on yılda gelişir, kimisinde bir yılda o ayrı mesele. Ama sanatın asâletini, hüviyetini, güzelliğini, edebini taşıyabilir mi taşıyamaz mı önce ona bakarım ben. Osmanlı bunu yapıyormuş. Osmanlılar için günümüzde Çok kullandığımız bir söz vardır. ‘'Efendim, eski ustalar o yıllarda değerli bilgilerinin Çoğunu saklardı, vermezlerdi Çıraklarına...” Bu bence yanlış bir tarif. Osmanlı, gelen Çırak o işe müstahak ise hiçbir şeyi esirgemeden vermiş ve şuna inanmış (hadîs-i şeriftir üstelik bu): “Bildiğinin tamamını öğretmeyen muallimin ağzına âhıret günü, mahşer günü ateşten gem vurulacaktır.” Bakınız Çok önemli bir mesaj bu, herşeyi söylüyor. Ama ne var ki, Çırağın hâinliğe meyli varsa, ahlâksızlığa meyilli ise, sanatın ağırlığını ve sırlarını ondan saklıyordur. Dışarıda burnu sürtülsün, kafaya dank etsin, adam olarak geri dönsün de öğreteyim... Çok iyi bir politika idi. Şimdi herkes herşeyini paylaşsın! Yok, yanlış!.. Herkese hak ettiğini vermeli. Herşeyi değil.

• Peki Hocam, bu, günümüzde de geçerli mi sizce?

Evet, günümüzde de geçerli, her devirde de geçerli bu. Kalkıp mahallenin sümüklü Çocuklarına, “sizlere yâkut parçaları vereyim, alın misket oynayın" deme hakkına sahip değilim. Sanatın yâkuttan aşağı kalır tarafı yok. Ağırlığını taşımalı. Sanatçılık gerçekten Çok ciddî iş. Temel felsefelerinden biridir benim için ciddiyet. Ebrû teknesi ne ise, masama yatmış beyin ameliyatı yaptığım hasta da aynıdır. Aynı hassasiyetle Çalışmam lâzımdır. Benim için o kadar önemlidir ciddiyet. “Hayatın kendisi bir sanat ve sanatın kendisi de bir hayat. İhtimam göstermezsen ikisi de yok olur.'' O kadar ciddî tutarım ben işimi. Ciddî tutmasaydım bu artık sanat değildi, hobi idi, boşuna yapıyor olurdum...

• Sanat eserleri ilâhi aşkın farklı farklı tezahürü ise günümüzdeki sanat eserlerinde bu ilâhi aşkı görebiliyor muyuz. Daha doğrusu, siz görebiliyor musunuz?..

Tek-tük de olsa ondan bahseden ve görebilen insanlar var. Zaten işin aslı da gerçekten odur. Yâni rahmetli Necip Fazıl'ın dediği gibi, sanat Allâh'ı aramanın yolarından birisidir. Onu bulmayı bilmelisin. Şimdi aklıbaşında bir sanatçı uğraşırken, “sanatla uğraşıyorum, niye uğraşıyorum?” diye sormalı. Bak bu önemli bir soru...

• Evet Hocam, niye uğraşıyoruz?

Bunu uluslararası bir ebrû sempozyumuna gelen yerli-yabancı katılımcılara kafadan sordum. Hepsi kendi ülkesinin dev sanatçıları. Sorduğum soru: ‘'Siz niye ebrûyla uğraşıyorsunuz?'' Konuşma kürsüsüne Çıkar Çıkmaz, “neyi arıyorsunuz” dedim. “Para mı? Ayrı sahalara kayın, ebrû'dan para kazanamazsınız. Şan şöhret mi? Ebrû ile gelen şöhret neyinize lâzım. Niçin uğraşıyorsunuz? Bu soruyu Çok soracağım sizlere...” Herkes fiskos fiskos etti, cevap yok. Daha sonra ayrı konuşmalarda, sanki -temsilde hatâ olmasın- sanatla uğraşan insan, Yaratan’ı taklid etmeye Çalışıyor hükmüne vardık. Orada tasavvuf imdadımıza yetişiyor. Cenâb-ı Hakk’ın, el-Hâlik, el-Bedî’, el-Musavvir, el-Kādir, el-Muktedir isimleri var. Bu isimler tecellî ediyor sanatçıda... Kul, yaratılmış olan malzemeden istifade ederek sanat yapıyor. Ama malzemesini yaratamıyor. Yokluktan yaratamıyor. Hazırdan hazıra konarak kombinasyonlar kurup ortaya Çıkarıyor. Ortaya Çıkan şey armonik ve dengeliyse, “Allah bana bunu yaptırdı” diyor. Gerçekleri bilen bir sanatçı için “ben yaptım” demek küfürdür, şirktir. Sanatın gerçek yönü bu. Böyle düşünülerek sanat icrâ ediliyorsa, kalıcı olur verimli olur. Öbür türlüsü bir nevî dünya meşgalelerindendir. Ürettiğin bir sanat eseri, bakanlara, Bütün Âlemlerin Sanatçısı’nı hatırlatıyorsa, sanat bence odur. Bir şarkı dinliyoruz. O şarkının sözleri, ritmi, müziği bizi meyhâneye sürüklüyorsa onda da bir şeytanlık var. Sanatçılık falan değil yâni. Belki müzik dünyası bu sözüme bozulacak ama, işin hakikati bu! Bunu toplumdaki her platformda ve herkesle tartışmaya hazırım. Yâni herkese bir cevabımız vardır.

• Hocam, önünüzde kâğıt, hokka, kamış ve sâkin, huzurlu bir ortamdasınız, bundan sonrasını bizlere siz anlatır mısınız?

Ondan sonra düşünürüz. Bize ne yazdıracaklar. Ne yazacağım değil. Çok önemli o! Madem sözümüzün eriyiz, şöyle bir gayret bizden, ama zuhûrat nasıl olacak. Onu düşünerek bilgimizi, mahâretimizi, himmetimizi, dikkatimizi toplayarak başlarız bir şeyler Çiziktirmeye. Bâzen yazılır, bâzen yazılmaz. Hani şimdi günümüzde “ilham geldi” deniliyor ye, budur işte. Eğer yazılmak istenilen bir sipariş falansa o konuda birçok hattat şunu yapar. Bir eskiz üzerinde Çalışır. Estetik Çizgilerin dağılımı, Çizgilerin uyumunu herşeyi görmek ister. Belki hattatların yüzde doksandokuzunun yaptığı da budur. Nâdir bâzı insanlar vardır ki, beliren bir metni kâğıdın üstünde yazılıymış gibi görür ve üstünden gider. O ayrı Allah vergisidir. Çok az kişiye nasip olmuştur. Sonra yazarken o kalemden öyle hoş nâmeli cızırtı gelir ki, eski tâbirle ona “sarîr-i hâme” (kalem cızırtısı) denir. Farsça iki kelimeden oluşan bir terkiptir. Bu, “kalemin feryâdı”dır. Kalem secdeye kapandığında, yâni kâğıdın üstünde yürüdüğünde niye feryat ediyor, o cızırtı Çıkıyor?.. O cızırtının tam nâmesiyle, notasıyla Çıkıyor oluşu, yazının estetiğinin sağlandığını gösteriyor.

• Kalem illâ inleyecek mi Hocam?

Kalem illâ inleyecek. Kalem hattatın elinde inliyor, neyzenin elinde de inliyor. İkisi de “kamış”, Çok enteresandır. İnsanların ana rahmi gibi, berbat bataklık gibi bir yerden Çıkıyor bu kamışlar, terbiye ediliyor. O terbiyeyi tasavvuf terbiyesine teşbih ediyorlar, benzetiyorlar. Terbiyeden sonra yontuyorlar, bağrından deliyorlar, notalar Çıkmıyor. Kafaya bir de manda boynuzundan külâh geçiriyorlar, üflüyorlar… Âyet var: ‘'Ben Âdem'i yarattım. Ona rûhumdan üfledim.” Bakın, Çok enteresan bağlantı var. Neyzen üflemeğe başladığında o kuru kamış parçasından canı mesteden bir müzik Çıkar. Aynı şeyi hattat yapar. Bataklıktan alıyor kamışı, gübreye yatırıyor, terbiye ediyor, ıslâh ediyor. Alıp ucunu da kesiyor, yontuyor, yonttuktan sonra yetmiyor, kalemin ucunu bir de ikiye ayırıyor. Mürekkep akmaz yoksa… Başlıyor Allah'ın güzel isimlerini yazmaya, yazarken işte onun o feryâdı da o... İnsan yazarken bunları düşünüyor. Ortaya ne Çıkarsa, düzgün olmayan tarafları varsa kalemle düzeltilir. Daha da olmadı, yeniden yazılır. Ya da o gün yazmak nasip değilmiş, yazamaz. Yâni “yazamadım” demiyor, “yazdım” da demiyor. Kişi, efendilik tarafını kendinde taşıdığı müddetçe sanatçı... Öbür türlü, eline almış kalemi, bir yazı örneğine bakarak döktürmüş de döktürmüş... O kişi yazı sanatının işçisinden öteye gidemez. Önemli bir nokta, Çünkü yıllar boyu tartıştık: Kim sanatın icrâcısı, kim işçisi, kim sanatçısı?.. Çok ince konulardır. Meseleyi anlamayan birçok arkadaşım küsüp gitti, bir daha bizi aramayanlar da oldu.

• Hocam, sizi Çok yorduk. Son olarak sanatseverlere bir mesajınız var mı? Söylemek istediğiniz, eklemek istediğiniz bir şey var mıdır?

Mesajım şu: Gerçek sanatçı CENÂB-I HAK

• Hiç şüphesiz Hocam..

Kullar, O’nun nasip ettiği miktarca sanatı icrâ etmeye Çalışan varlıklardır. Her insan onun bir sanat şâheseridir. O sanat şâheseri olan insanlar birbirlerini yemesinler, en başta mesaj budur. Bir insan nasıl bir sanat eserini tahrip eder yahu?.. Yetkisi yok!.. Tahrip etmekten geçtik, daha ileri bir merhaledeyiz. Herkes o sanat şaheserleri olan kulların gönüllerini kazanmaya baksınlar. İstisnasız hayatın her sahasında sanatı ön planda tutsunlar. Yemek mi pişiriyorlar, yemeği bir sanat harikası olsun. Cengâver mi, savaşçı mı, komutan mı, öyle bir savaşsın ki seyredenler parmağını ısırsın, ballandırsın yâni. Savaşsın ama, onun hakkını versin. Sanat gerçekte savaşmak değildir. Savaşmak zorunda isek şaşmaz bir şekilde savaşmalıyız. Armonik bir şekilde ve kaybetmek yok! Bizde böyle olduğunda dünya kazanır, Kaybetme şansımız yoktur. Tahmin ediyorum bundan iyi bir mesaj olmaz. ‘'Herkese, istisnasız bir sanatla uğraşmayı tavsiye ediyorum.'' Hakkını vererek uğraşsınlar, bir bakacaklar ki o kısa olan ömürleri sanatla dolup uzun bir ömür oluyor.

• Hocam, ağzınıza, dilinize, gönlünüze sağlık. Ömrünüze bereket bizlere zaman ayırdınız, düşüncelerinizi bizlerle paylaştınız, Çok teşekkür ediyoruz. Daha uzun yıllar Allah sizi başımızdan eksik etmesin. Tekrar teşekkürler.

Röportaj. Ayşe Emine Sultan Çelik
Fotoğraflar: Nihal TEZCAN


Fuat Başar Hoca, 1993 yılında eski atölyesinde ilk tanıştığımızda sanki 40 yıldan beri tanışıyormuşuz gibi samîmî bir üslûpla beni kucakladı ve "kendine bir yer bul otur" dedi. O gün anladım ki; Fuad Hoca ile dostluğumuz ölünceye kadar bâkîdir.

Hattat, ebrûcu ve şâir olan Fuat Başar Hoca, bu üç alanda da başarısını isbat etmiş, ülkemizin en büyük sanatkârlarından biridir. Onun yazılarını, imzası olmadan bile tanıyabileceğimi, ebrûlarını ânında fark edebileceğimi, şiirlerinin âhengini, mûsıkîsini, sesini hemen anlayabileceğimi düşünüyorum.

Fuat Hoca, hattatlar arasında ilmiyle, derinliğiyle ve sohbetiyle talebelerini kuşatan bir hocadır. Onun sohbetini aslâ sıkılmadan dinlemek zevkıne erenlerden biri olduğum için bahtiyârım. Hat sanatının derin mânâsını onun ilmiyle kavramaya Çalıştığımı belirtmeliyim.

Fuat Hoca ile sanatın her alanında, engine, okyanuslarda sefere Çıkar gibi sohbet edebiliriz. Bu kadar ilmi, fikri ve güzelliği ne zaman gönlüne ve kalbine doldurmuştur, doğrusu bunu anlayamadığımı itiraf etmeliyim. Fuat BAŞAR, benim şâir olmamda müessir tek ve müstesnâ insandır. Yazdığım şiirleri onun okumasından duyduğum mutluluğu anlatmak imkânsızdır. Fuat BAŞAR, hayatında kıskançlık nedir bilmeyen ender insanlardan biridir. Bir insanda zerre miktarı sanat kıvılcımı fark etse, o insanın tekâmülü için elinden geleni fazlasıyla yaptığına şâhidim.

Fuat BAŞAR, tevâzu’ âbidesi, Çağımızın Yunus Emre'si, Mevlânâ'sıdır. Onun gibi bir sanatkârın kibir sahibi olması yadırganmaz belki. Ancak Fuat BAŞAR, rûhundaki büyüklüğü tevâzu’ ile karşısındakine hissettiren bir sanatkârdır.

Fuat BAŞAR için uzun bir makale yazmak bile onu anlatmaya kifayet etmez. Fuat BAŞAR'ı yakından tanımak lâzımdır ki, onun talebesi olmanın mutluluğunu anlamak ve yaşamak mümkün olsun.

Çağımızda böyle bir sanatkârın yaşıyor olduğunu bilmeyenlere merhamet hislerimi ifade etmek isterim. Fuat BAŞAR, yaşarken kıymeti bilinmeyen büyüklerden biridir. Onun eserleri, kendisini kıyamete kadar yaşatacaktır. Bundan eminim.

Ekrem KAFTAN


Ustam Fuat BAŞAR;

Renkli kişiliğine rağmen anlatılması en zor kişilerden biridir Fuat Hoca. Ders günlerinde atölyesine gittiğimizde, hat ve ebrû sanatını öğretmenin yanında insan olma sanatını da öğretirdi. Ali Alpaslan Hocamız’ın sesini telefonda duyduğunda ayağa kalkıp ceketini iliklemesini ve o sanki karşısındaymış gibi saygıyla konuşmasını aslâ unutamam. Hissettiğini söyler, söylediğini yaşar... Mütevâzı’ kişiliğiyle her hareketi ve her sözü bir şeyler öğretir. Hat ve ebrû sanatındaki engin bilgisini tâlip olanlardan esirgemez, kimseyi geri göndermez. 1992 yılından bu yana hocamdır ama, bunun yanında en yakın arkadaşım, sırdaşım ve USTAM’dır...

Zehra DİNçER


Sol elinde bir bardak Çay,

Sağ elinde bir kalem.

Yüreği herkese açık bir âlem...

İnsanın mübalâğa yapmadan onu anlatması gerçekten zor. Çünkü ne söyleseniz onu tanımayan biri tarafından öyle zannedilir. Hocaları olan Hâmid Aytaç ve Mustafa Düzgünman'dan sonra Tıp Fakültesi mezunu olmasına rağmen başka bir işle uğraşmayıp, her iki dalda da okul kuran, en büyük eserin insan olduğunu düşünüp, birçok başarılı talebe yetiştiren bir gönül insanı, değerli hocam Fuat Başar...

Talebelerini sadece meslekî olarak eğitmeyip, bir dünya ve âhıret görüşü kazandıran, onların mânevî eksikliklerini de tamamlayan, bir Çok konuda derin bir bilgiyi hâiz olan bir insandır Fuat Başar... Her zaman derviş olan ve öyle kalan, dışarıdan bakıldığında sıradan, ama tanıyınca ne kadar büyük bir insan olduğu anlaşılan biridir Fuat Başar...

Kısaca insan gibi insandır Fuat Başar... Allah onu ve onun gibileri başımızdan eksiltmesin. Uzun ve hayırlı ömürler versin. Kıymetleri yeterince bilinsin ki “bir âlim ölürse bin âlem ölür” sözü vukûbulmasın.

Gürkan PEHLİVAN

İlkokul yıllarımda TRT'de yayınlanan bir belgesel sayesinde ebrû sanatını tanıdım. Ebrû sanatını nasıl öğrenebilirim? Zihnim bunlarla meşgûlken, Ankara'da üniversite yıllarında Fuat Başar Hoca’nın hat öğrencisi Doğan Çilingir'den hat dersleri almaya başladım. Yazın hat derslerine devam etmek için Doğan Hoca beni Fuat Hoca'ya gönderdi. Böylece yazın Küçük Ayasofya'da hocamızın atölyesine uğramaya başladım. Üniversite bitince, artık hat için değil, ebrû sanatı için düzenli olarak atölyesinde derslere katıldım. Evi atölyenin yanında idi. Herhalde bu Çalışmalarından hiç kopmamak için yapıyordu. Çünkü biz öğrencileri ve diğer sanatseverler de bilgi almak için aradığında ona Çok rahat ulaşabiliyorduk. Kapısı sonuna kadar herkese açıktı. Yardım isteyen, birşey öğrenmek isteyen kimseyi geri Çevirdiğini görmedim. Küçük Ayasofya şu an geleneksel Türk sanatlarının önemli bir mekânı ise; bu Fuat Hoca’nın Çabasıyla olmuştur.

Ebrû sanatını sadece teknik olarak öğretmedi. Bu sanatın tarihini, büyük ustalarını ders sırasında anlatırdı. Hocası Mustafa Düzgünman Hoca’yla ilgili hâtıralarını anlatırken, usta-Çırak usûlü nasıl olur öğrenirdik. “Ebrû yaparken sadece bedeninle değil, rûhunla da Çalışacaksın, Çünkü bu mâneviyat yönü olan bir sanattır.”

Sanatla ilgili kitap toplamamızı tavsiye etmiştir. Elindeki kaynakları bizden hiç esirgemedi. Türk ebrû sanatının ne olduğunu büyük bir sabırla bize öğretmiştir. Kültürümüze ait sanat dallarını, bütün bu zenginliği bize tanıttı. Ebrû geleneğini ve ustalarımızı ve bu geleneğimizi unutmadan bu Çizgide gidilmesi gerektiğini her zaman vurgular. Hocamın bu konudaki hassasiyetinin ne denli önemli olduğunu zaman göstermiştir. Sanatımızın rûhunu kaybetmememiz gerektiğini, her zaman bilginin, araştırmanın peşinden gitmemizi vurgular. Derslerde sık sık söylediği, Ethem Efendi’nin şu sözüdür: "Tecrübe göğe Çıkmadı ya, deneyelim evlâdım." Çalışıldıkça ilerleme kaydedileceğini öğreniyorsunuz.

Hattat, ebrû sanatçısı, şâir, Türk müziği (klasik ve halk müziği) bilgisi, kimbilir daha bilmediğimiz yönleri... Yakından tanıyan biz öğrencileri ise, Fuat Hoca’nın bununla sınırlı olmadığını, sanatla alâkalı bütün alanlara ne kadar meraklı ve vâkıf olduğunu gördük. Bilim adamı titizliğiyle Çalışması, ebrû sanatının fizik ve kimya bilimleriyle izahını yapar. Ama herhalde en önemlisi, bu yolda ilerlerken kitaplarda bulamayacağımız, sanatımızın mânevî yönüdür. Kendisinin bize en Çok vurguladığı budur. Tevâzu’u kaybetmeden bu yolda ilerlemeyi öğrendik. Teşekkürler Hocam.

Gülseher KAHRAMAN - İZMİT


Bir Çizik atmıştı sanki Allah kalbime, ya üstün olacaktı, ya esre. Üstünle esre arasında kalmış cim gibiydi hâlim. Ya cinnet olacaktı sonum ya cennet... "Medet Allah'ım medet" diye yakardığım, böyle dara düştüğüm yıllarda tanımıştım Hocamı. Duâma cevap gibi...

Üstadın ince uzun parmaklarının sardığı kamış kalem, hokkadan kimbilir kaç kere aşk içip, kim bilir kaç "Rabbiyesir..." izi bıraktı âharlı kâğıt üzerinde... Kaç kişi ondaki derinliğe, teknesinde kâğıtla buluşmayı bekleyen suya düşmüş lâlelere dalıp gittiğine şahit oldu?.. Atölyesinin duvarlarına bile sinmiş muhabbet kokusunu kaç kişi duydu kimbilir? Bendeniz o sayısız insandan sadece biriyim. Ne şeref... Ne lûtuf...

Atölyesindeki küçük masanın üzerinde duran, pırıl pırıl, otuz (belki de kırk, ellidir belki) ince belli Çay bardağının ağırlayamayacağı kadar Çok misafirinin geldiğini, seveninin ne Çok olduğunu onu tanıdığım ilk gün anlamıştım. Hem de, ne sadece İstanbul'dan, ne sadece Türkiye'den. Dört mevsimden, her dilden, her dinden insan...

Zannediyor musunuz ki talebeleri ondan sadece hat sanatını, ondan sadece ebrû sanatını öğreniyor? Hiç değil! Ağzından Çıkan her harf, her ses, insanın hayatını değiştirir, öyle kıymetlidir, dinlerse... Herkese hissesini verir, alırsa... Öyle derin, öyle muhabbetli, öyle mütevâzı’, öyle bilgili, öyle deryâdır. Anlarsa...

Diyeceksiniz ki; sanatıyla ilgili birkaç kelâm etmeyecek misin?.. Üstâdın sanatı hakkında kelâm etmek için, gündüzleri onun kadar aşkla, geceleri onun kadar meşkle geçirmek gerek. Haddim değil, birçoğunun olmadığı gibi...

Fuat Başar'la tanışmayı, Çağdaşı olmayı bile ayrıcalık kabul ederim.

Çiğdem TAVKUL

Yılların birikimlerini iyi sentezlemiş ve sanatının doruğuna oturmuş biri Fuat Başar. Bugünlere başarıyla imzasını atan birçok sanatçı arkadaş gibi, bende Fuat Hocam’ın icâzetli talebesiyim. Önümüze açtığı ışık dolu, uyumlu, orta yolu bulan karakteriyle hepimizi ışığın etrafındaki pervâneler misâli kendinde topladı. Ve sonra kendi yolumuzu aydınlatacak meş’aleler verdi elimize, kendi ışığından... Yolumuz aydınlanmış olarak sanatımıza devam için yolumuza uğurladı bizleri... Ama bu yolda hiç yalnız kalmadığımızı, onun her ihtiyacımızda, gerektiğinde hep yanımızda olduğunu biliyor ve görüyorduk.

Her dâim Hocam’ı şükranla anıyor, ona sağlıklı uzun ömür diliyorum.

Bahtiyar HIRA


desendesign.com Her Hakkı Saklıdır rss ile takip edin